Sonradan ek: Oyun kapandı.
Gizemleri pek sevmem. Genelde düz bir insanımdır. Hayatımdaki tek gizem, topladığım eski eşyalar. Bir sürü yaşama tanıklık etmiş eski eşyalar… Kimi bir cinayete, kimi büyük bir aşka, kimi ise en kötü günahlara… Ancak son 2 gündür, tüm ömrüme yetecek kadar büyük bir gizemi yaşıyorum. Belki de hayatıma mal olacak bir gizemi…
Siyahlar içindeki 3 adam ofisime gelip benden gizemli bir katili yakalamamı istediğinde sıradan bir dava gibi gelmişti. Aslında gariplikler iş karşılığında bana, yıllardır araştırdığım ve bir efsane olarak anılan “Gri Gölge” adlı mitolojik kılıcı vaat ettiklerinde başlamıştı. Böyle efsanevi bir parçaya sahip olmadıklarını düşünsem de işi kabul etmekten kendimi alıkoyamadım. Benim de koleksiyonumda nadir bulunan ya da ne olduğu belli olmayan bir kaç antika kılıç vardı ancak bu paha biçilemezdi. Büyük bir hevesle bilgi toplamaya başladım. Ancak verdikleri isme ait ne bir adli sicil kaydı, ne sigorta girişi, ne de kimlik numarası vardı. Hatta sosyal medyada bir hesap bile bulamadım.
2 günün sonunda hala başladığım yerdeydim. Tam davadan vazgeçmek üzereyken ofisimin zili çaldı. Tanrı biliyor ya hayatımda en nefret ettiğim seslerden biri! Charlie Chaplin’in alay eden bakışları altında kendi kendime oynadığım satranç tahtamın başından kalktım ve kapıyı açtım. Saçları griye çalan uzun boylu ve düzgün fizikli bir insan yığını duruyordu karşımda. Kısık sesi ile “Beni mi arıyorsun?” dedi. Birden buz kestim. O olduğunu anlamıştım. Benden önce o beni bulmuştu. Üzerine atlamak ya da onu yere yatırmak gibi hareketlerin gereksiz olduğunu düşündüm. Ancak içeri davet edip kahve ikramda etmeyecektim. Kısa süren sessizliğin ve benim donuk bakışlarımın sonunda kendisi içeri girdi ve hücrelerin olduğu bölüme doğru yürüdü. Tecrit odasının kapısını açarak bana döndü. “Sanırım benim gibi bir suçluyu gizlediğin ve güvenlik önlemleri ile koruduğun basit bir hücreye koymazsın. Şimdi onları arayarak beni yakaladığını haber ver ve Gri Gölge ‘yi getirmelerini söyle.”
Öylece kaldım. Ne kapıyı açmaya ne de adamları aramaya cesaret edemiyordum. Demek ki kılıç gerçekti ve buraya gelecekti. Fakat hayatımda da bu kadar aşağılandığımı hatırlamıyordum. Bir pazarlığın maşası olduğumu ve bundan kolay kurtulamayacağımı anlamıştım. Eşyalarımı toplayıp ofisi terk etmek ve şehirden ayrılmak için kapıya yürüdüm. Fakat kapı açılmıyordu. Ne kadar zorlasam da yerinden oynatamıyordum. Sonra kanımı donduran o sesi yeniden beynimin içimde duydum. “Bunu sakın aklından geçirme. Şimdi telefonu eline al ve işin tamamlandığını söyle!” Telefona yürüdüm ve iş verenimi aradım. Onu yakaladığımı ve kilit altında tuttuğumu, gelip onu almalarını ve yanlarında kılıcı getirmelerini söyledim. 2 güne kadar geleceklerini söylediler. Telefonu kapattığımda kendimi yeniden uzuvlarıma hakim hissettim. Yine de ilk adımımda yere yığıldım. Doğrulup masama oturdum ve yeniden konuşmasını bekledim. Ancak ses gitmişti. Bu ofisten çıkamayacaktım. Bu insanlar ya da her ne iseler işleri bittiğinde benim de işim bitmiş olacaktı. Fakat bu gizemin üstü bu kadar kolay örtülemezdi. Aklıma iş verenlerimden birinin verdiği öğüt geldi; “Eğer bir şeyin sana ait olduğunu ispat etmek istiyorsan onu kendi adına postala!” Çekmecemden topladığım eski posta kartlarını ve zarfları çıkardım. Her bir karta bir ipucu yazarak onları camdan aşağıya bıraktım. Böylece postacı geldiğinde hepsini toplayacak ve gönderecekti. 2 gün içinde postalar bana ulaştığında onları saklayacak, bu işten kurtulamayacağımı ispatlayacak ve saplandığım bataklığın dibinde ne olduğunu öğrenmeleri için birilerine ipucu bırakmış olacaktım. Ve eğer şanslıysam ölmeden önce Gri Gölge ‘yi görecektim!
Not: Gördüğün hiçbir rakamı unutma!